Anasayfa » ARŞİV » 262 » DÜNYA İNSANİ ZİRVESİNDE GÜNDEM

DÜNYA İNSANİ ZİRVESİNDE GÜNDEM

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un girişimi
ile ilk kez ‘Dünya İnsani Zirvesi’ 23-24 Mayıs 2016 tarihleri arasında
Türkiye’nin ev sahipliğinde İstanbul’da gerçekleştirildi. 173 ülkeden yaklaşık
9 bin katılımcının yeraldığı bu zirve, dünya liderleri ile yaşanmakta olan
insani krizlerin mağdurlarının bir araya gelmesi fırsatını doğurdu. Zirve bazı
BM üyesi ülke liderleri ve temsilcileri, uluslararası ve bölgesel örgüt yetkilileri,
parlamenterler, sivil toplum örgütleri mensupları ve özel sektör temsilcilerine
kadar geniş bir katılım profili ile gerçekleştirilmiştir. Bu geniş katılımlı
zirve, küresel insani anlayışın yüzleşmekte olduğu derin krizlere yönelik etkin
mücadele yöntemlerinin geliştirilmesi, insani yardım çabalarının geleceğine
ilişkin konu detaylarının oluşturulması gibi amaçları hedeflemiştir. Böyle
bir zirvenin Türkiye’de gerçekleşmiş olması oldukça önemlidir. Çünkü bu
medeniyet coğrafyası, tarihi derinliğinde bütün sömürge güçlerinin yayılmacı
emellerine karşı tarihin belirli kritik dönemlerinde daima bir direniş kalesi
olmuştur. Yine bu coğrafya, etnik, dini ve kültürel çatışmaların, savaşların
ve soykırımların ortaya çıkarmış olduğu sürgünlükler karşısında bir insani
sığınak haline gelmiştir. Bu coğrafyanın hatta dünyanın kalbi olan Türkiye,
içinde bulunduğu medeniyet olgusunun bir gereği olarak ortaya çıkan tarihsel
misyonunu bugün yeniden inşa etmektedir. Türkiye, savaş, şiddet ve
terör mağduru olan yaklaşık 12 milyon insanın yurtlarını terk etmek durumunda
kaldığı bir coğrafyada bu insanlara bir imdat kapısı niteliğini temsil
ediyor. Türkiye, uluslararası toplumda etnik, kültürel ve dinsel seçkinciliği
kendisine ahlak edinen ülke politikalarına karşı gür bir sesle insani duyarlılığı
dile getirmeye çalışıyor.
Türkiye, küresel ölçekte insani krizlere yol açan bu çatışma ve savaş halini
sonlandırma iradesini cesaretle vurgulayan bir siyasi liderlik ortaya koyuyor.
Türkiye, dış siyasette temel güdüsü sömürü düzenini idame ettirmeyi
mümkün kılacak bir müdahalecilik olan küresel güçlerin politik “adam
sende” anlayışları karşısında kendi içinde tutarlı bir duruş sergiliyor. Bu anlayışın
bir neticesi olarak Türkiye, insani yardımları ile dünyanın en büyük
bağışçısı ülkeleri arasında yer alıyor. Türkiye, 1,6 milyar Amerikan doları

(2014 yılı) tutarındaki yardım ile dünyanın
millî gelirine oranla en eli açık ülkesi
olmuştur. Yine Türkiye’nin yapmış
olduğu kalkınma yardım ve teşviklerinin
tutarı 3,6 milyar dolara ulaşmıştır.
Bütün bu göstergeleri ile Türkiye,
başlı başına insanı ve insaniliği bir
kenara atan küresel ayırımcı, kamplaştırıcı
sistemin vicdanı ve sesi olmuştur.
Bütün bu insanilik kapasitesi ile dünyaya
model ülke görüntüsü veren Türkiye,
bu zirve vesilesi ile insani krizleri
yönetme tecrübesini ve duyarlılığını
paylaşma fırsatını yakalamıştır. Masum
hayatların kaybedilmesi, yurtlarından
sürgünlük gibi derin insani krizlere
yol açan yıkıcı küresel insani sistemin
çağdaş mantığına uygun biçimde yeniden
tertip edilmesi kaçınılmaz. Ancak
her şeyden önce küresel bir merhamet
ahlakının hayata geçmesi gerekiyor. Temel
görüşü ‘insanı yaşatmak’ olan küresel
siyaset normlarının ve uygulamalarının
yeniden bir şekle, ete kemiğe bürünmesi
icap ediyor. Hassasiyet kaybına yol
açan sömürgeci, yayılmacı duygulara
kurban verilen masum yaşamlar, küresel
bir değer ve inanç yıkımına yol açıyor.
Ağır insani krizlere maruz kalan Müslüman
coğrafyanın teröre esir edilmesi suretiyle
ağır darbe alan kimlik üzerinden,
Batı’da dışlayıcı, hatta ikinci sınıf insan
algısını ön planda tutan ötekileştirici bir
politik söylem üretilerek toplumsal vicdan
katledilmeye çalışılıyor.
Küresel insani yardım sisteminin
ele alındığı zirveye BM Genel Sekreteri
Ban Ki-moon ile 60’a yakın ülke lideri,
sivil toplum temsilcileri, akademik
ve uluslararası kuruluş katıldı. Zirvenin
açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, mülteciler için yardım
çağrısında bulundu. Cumhurbaşkanı
Erdoğan, “Mülteciler konusunda artık
herkes elini taşın altına koymalıdır. Ancak
ortak ilkeler ve amaçlar doğrultusunda
çalışırsak başarılı olabiliriz” dedi. “Eli
kanlı diktatörlerin peşini bırakmayacak
ve cezasız kalmaması için elimizden geleni
yapacağız” mesajı veren Cumhurbaşkanı
Erdoğan “Türkiye, AFAD, TİKA, Türk
Kızılay’ı ve diğer kurumlarıyla kalkınma
odaklı insani yardım politikasıyla farklı
bir model sunmaya çalışıyor” şeklinde
konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ayrıca,
Türkiye’nin sığınmacılar için yaptığı harcamanın
10 milyar doları aştığını, uluslararası
camianın ise 400 milyon dolarda
kaldığını hatırlattı.
BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon da
açılışta yaptığı konuşmada “İkinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana evlerini terk etmeye
zorlananların sayısının en büyük artışı
gösterdiğini” ifade etti ve “Her yıl, ihtiyaçlar
artıyor ve fonlardaki açıklar büyüyor”
dedi. Zirveye katılan liderler arasında
Almanya Başbakanı Angela Merkel, Katar
Emiri Tamim bin Hamad el Sani, Azerbaycan
Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Filistin
lideri Mahmud Abbas, Yunanistan
Başbakanı Alexis Çipras da bulunuyor. İki gün
süren zirve kapsamında düzenlenen oturum ve
etkinliklerde dünya genelindeki insani krizlere
yardım sistemi ele alındı. Zirve sonunda Başkanlık
özeti rapor ve ilgili taraflarca yapılan taahhütlerin
yer aldığı bir liste yayımlandı. BM
Genel Sekreteri tarafından Eylül ayında BM
Genel Kurulu öncesinde zirvenin sonuçlarına
ilişkin de bir rapor yayımlaması öngörülüyor.
Bazı yardım kuruluşları ise zirveyi ‘göstermelik’
olduğu gerekçesiyle eleştiriyor. Sınır
Tanımayan Doktorlar (MSF) da katılmayı reddetti.
MSF, zirvenin savaş hukukunu ihlâl eden
devletlere baskı yapmayacağı ve yeni taahhütlerde
bulunulmayacağını savunuyor. Oxfam
yardım kuruluşu yetkilileri de zirveye katılanların
“üretici olmayan konuşmalar” yapacağını
ileri sürdü. BM verilerine göre dünya genelinde
130 milyondan fazla kişi, insani yardıma
muhtaç ve her yıl yaklaşık 60 milyon kişi çatışmalar
nedeniyle yerlerinden ediliyor. Christian
Aid yardım kuruluşu yöneticisi Loretta Minghella
da “Krizden hayatları mahvolan insanların
giderek tırmanan ihtiyaçlarının çözümü
için kelimeler yeterli değil. Zirvenin başarısı,
verilen sözlerin tutulmasına bağlı” dedi.
İstanbul’da yaklaşık 6 bin kişinin katıldığı
Birleşmiş Milletler Dünya İnsani Zirvesi’nde
kriz bölgelerinde muhtaç durumdaki insanlara
yardımların nasıl daha iyi hale getirilebileceğine
çözüm arandı. Zirve, Birleşmiş Milletler’in
tüm dünyada krizlerin ve yardıma muhtaç insanların
sayısının artmasına verdiği bir tepki
olarak değerlendiriliyor. Birleşmiş Milletler
yardım uzmanı ve Norveç Mülteciler Konseyi
Genel Sekreteri Jan Egeland zirveyle ilgili
Alman basınına bir değerlendirme yaptı.
Jan Egeland, yardıma muhtaç durumda olan ve
kendilerine ulaşılamayan insanlara daha güçlü
bir şekilde odaklanılması gerektiğini kaydetti.
“Elbette daha fazla paraya ve daha iyi organizasyonlara
ihtiyacımız var” diyen Egeland yardımdan

mahrum milyonlarca insan olduğunun
altını çizdi. BM Suriye Özel Temsilcisi
Staffan de Mistura’nın da yardım danışmanı
olan Jan Egeland, Irak’ın Felluce kentinin
bu bakımdan çarpıcı bir örnek olduğunu
hatırlattı. Irak Ordusu’nun IŞİD’i kentten
çıkartmaya çalıştığını belirten Egeland
kentteki yaklaşık 50 bin sivile yardım gönderilemediğini
kaydetti.
Uluslararası Kızıl Haç Komitesi Başkanı
Peter Maurer de dünyada sivillerin
gittikçe daha fazla şiddete hedef olduğuna
dikkat çekti. Uluslararası hukukla gerçeklik
arasındaki boşluğun gittikçe daha da
açıldığını vurgulayan Maurer zirvede çatışmanın
taraflarına davranışlarını değiştirmeleri
için baskı uygulanması gerektiğini
ifade etti. Almanya açlıkla mücadele örgütü
Welthungerhilfe Başkanı Till Wahnbaeck
zirvenin olumlu ve olumsuz yönleri
olduğuna dikkat çekti. Zirvede, sonrasında
sürdürülebilir somut planların ortaya
konulamadığını ifade eden Wahnbaeck,
buna karşılık krize tepkiden alınan önlemlere
bir anlayış değişikliğinin gündeme getirildiğini
kaydetti. Wahnbaeck buna örnek
olarak insanları kuraklığın sonuçlarından
koruyacak iklim koruma güvencelerini
verdi. Till Wahnbaeck “Zirveden olumlu
bir ruh haliyle ayrılıyorum” diye konuştu.
Diakonie Katastrophenhilfe Başkanı Cornelia
Füllkrug-Weitzel de zirvenin uluslararası
insani yardım konusuna dikkat çekmeyi
başardığını kaydetti. Zirvede Almanya
Başbakanı Angela Merkel dışında az sayıda
üst düzey hükümet temsilcisinin yer
almış olmasını ise olumsuz değerlendiren
Füllkrug-Weitzel, çetin siyasi sorunların
zirvede tartışılamadığını iddia etti. Sınır
Tanımayan Doktorlar Örgütü İstanbul’daki
zirvenin “ayıpları örten bir incir yaprağından”
başka bir şey olmadığını açıklayarak
zirveye katılmayı reddetmişti.
Sınırlarda, tren istasyonlarında sıkışıp
kalan ve yaşamlarını bu zor koşularda
idame etmeye çalışan Suriyeli mültecilerin
görüntüleri, dahası üç yaşındaki Aylan
Kurdi’nin cansız bedeninin fotoğrafları
savaştan kaçanlar için daha çok şey yapılması
çağrılarını beraberinde getirdi. Öfkenin
bir kısmı da kapılarını mültecilere sıkı
sıkıya kapatan Körfez İşbirliği Konseyi’ne
üye Arap ülkelerine, yani Suudi Arabistan,
Bahreyn, Kuveyt, Katar, Umman ve Birleşik
Arap Emirlikleri’ne yönelikti. Aslında
Körfez ülkeleri de hiçbir şey yapmadan
beklemiş değil; özellikle de bireylerin “cömertliği”
kayda değerdi. Hayır kurumlarına
yapılan bağışlar yüz binlerce doları buldu;
işçilere maaşlarının bir kısmını Suriyeli
mültecilere vermek isteyip istemedikleri
sorulduğunda birçok işçi buna gönüllü
oldu. Körfez ülkeleri bağışlar ve hayır
kurumları aracılığıyla 900 milyon dolarlık
kaynak yarattı. Ancak Suriye’de savaş uzayıp
giderken, kamplarda yaşayan mültecilere
yardım etmek artık yetersiz hale geldi.
Savaştan ve sosyal/maddi açıdan hiçbir
düzelmenin olmayacağı kamp yaşamından
bıkan Suriyeliler daha güvenli ve refah bir
gelecek için çatışma bölgesinden kaçarken,
dünya bu kitlesel nüfus hareketiyle başa çıkabilmek
için başka çözümleri hayata geçirmek
zorunda.
Daha şık bir ifade ile kamplarda yaşayan
insanlara yiyecek ve barınma sağlamak,
artık kemikleşmiş bir soruna bulunan
modası geçmiş bir çözüm. Şimdi en büyük
sorun yüz binlerce kişiye yaşayacak bir yer
bulmak ve Körfez ülkeleri de işte bu merkezde
sorunlara verimli yanıtlar bulmakta
zorlanıyor. Bazı Körfez ülkelerinin Suriyelilerin
misafir işçi olarak girişine izin verdiğine
dikkat çekilirken, sponsor ya da çalışma
izni olmadan gelen mülteciler için belirli
bir politika hiç olmadı. Bunu açıklamak
için Körfez ülkelerinin kendi sınırları
içindeki siyasi istikrarsızlık korkularını,
yurttaşlık kimliğini ve bir Körfez ülkesi vatandaşı
olmanın ne anlama geldiğini de enikonu
ele almak gerekiyor. Körfez ülkeleri
Esad karşıtlarına verdikleri destek nedeniyle
sızmalar olabileceğinden korkuyor. Beşar
Esad’la savaş, 2012’den itibaren Sünni
Arap Körfez ülkelerinin çıkarlarıyla, İran
ve müttefikleri arasında bir siyasi rekabete
dönüştü. Bu noktada Körfez ülkelerinde
Esad’a sadık Suriyelilerin intikam saldırıları
için topraklarına sızabileceğine dair
bir korku başladı. Körfez’e girecek Suriye
vatandaşlarının sicillerinin kontrol edilmesi
işlemi süratle detaylandırıldı ve Suriyelilerin
çalışma izni alması ya da mevcut izinlerini
yenilemesi artık çok daha zor. Özellikle
Katar, Suudi Arabistan ve BAE, Esad
yanlılarının misillemelerde bulunmasından
büyük korku duyuyor. Son üç yıldır “terör
gruplarının” sessizce gözaltına alındığı dedikoduları
dolaşıyordu. Ancak Esad yanlılarının
bir eylem hazırlığında olduğuna
dair doğrudan bir kanıt kamuoyuna açıklanmadı.
Bütün bunlara ek olarak Körfez ülkelerinin
dayandığı çok hassas nüfus dengelerini
de gözden kaçırmamak lazım. Binlerce
Suriyeli’nin mülteci olarak gelmesi,
bu dengeleri derinden sarsabilir. Mesela
BAE ve Katar vatandaşları, ülkelerindeki
nüfusun sadece yüzde 10’dan biraz fazlasını
oluşturuyor. Buralarda yaşayanların
çok büyük çoğunluğu ise geçici işçiler.
Körfez ülkelerinde sadece siz ya da eşiniz
tam zamanlı çalışıyorsa oturum izni veriliyor.
İşiniz olmadan burada süresiz kalmanız
söz konusu değil. Sözleşmeleri bittiğinde
göçmen işçilerin tamamına yakını ülkelerine
geri gönderiliyor. Göçmen işçilerin
ülkede uzun süre kalıp yerleşememeleri,
Körfez’deki Arap nüfusun hakim konumunu
sürdürmesine zemin hazırlıyor. Dolayısıyla
binlerce yabancının, işleri ya da kesin
bir dönüş tarihleri olmadan ülkelerine
gelmesi düşüncesi Körfez ülkeleri için çok
rahatsız edici. Suriyeli mültecilerin Körfez
kimliği ve sosyal yapısına yönelttiği sosyokültürel
tehdidin Filistinlilerin 1948’deki
göçler de dâhil olmak üzere tarihte bir benzeri
yok. Körfez ülkeleri de Suriyeli mülteci
krizine karşı geliştirilebilecek bir çözüm
üretmekten uzak. Demografik farklılık
ve kimliklere yönelik tehditlerin kamuoyu
baskısı veya özellikle Batılı ülkelerden gelebilecek
diplomatik baskılarla aşılabilmesi
ise sadece hayal. Ayrıca Körfez’in siyasi
erk sahipleri eğer Batı, Esad ve rejimiyle
ilgili daha önce bir şeyler yapmış olsaydı,
bu olayların hiç yaşanmayacağı düşüncesinde.